Madde ve mana bütünü olan insan, varlığını tarih boyunca kendisine değerler oluşturmak suretiyle devam ettirmiştir. Değer ilişkilerinin sistemli şekline ise “din” denilmektedir. Din, insanoğlunun tarih boyunca olmazsa olmazları listesinde daima baş sıralarda yer almıştır. Din yerine bir şeyler konulmak suretiyle dinin eksikliği ya da varlığı giderilmeye çalışıldığında bu durum daima yeni sorunların habercisi olmuştur.
Din, tarih boyunca doğuda olduğu kadar batıda da inkâr edilmeyecek oranda etkili olmuştur. Dinler çağ açıp, çağ kapatmış, imparatorlukların dengelerini sarsıp kimilerinin yıkılmasına kimlerinin de daha da güçlenmesini sağlamıştır. Din aynı zamanda yok olmaya mahkûm toplumları rehabilite edip varlıklarını sürdürmeyi sağlamıştır.
Modern insan aydınlanma ile birlikte din yerine aklı koymak suretiyle (sanki dinler aklı tümüyle reddediyormuşçasına) yer değiştirirken, moderniteden sonra postmodernite moderniteden bir adım daha ileri atarak yalnız dini, değil, Tanrı’yı da öldürdüklerini (söz Nietzsche’ye aittir) söyleyerek her şeyin ölçüsünü insan olarak görmeye başladılar. Her şeyin ölçüsü insan olunca ölçen, değerlendiren ve bunun sonucunda not (dünyalık cennet ve cehennem) verende yine insan oldu. Aydınlanma öncesi Avrupa’nın mikro bir bölgesinde yaşanan dini skolatizm gerçekte bir ilgisi olmadan bütün dinlere ve dindar toplumlara mal edilmeye başlandı. Oysa bu temelde sosyoloji kanunlarına-bir toplumda görülen bir özellik başka bir toplumda başka bir şekilde görüleceği gibi hiçte görülmeyebilir- ters düşen bir uygulamaydı. Batı da dine saldırganlık reform ve Rönesans ile başlayıp, aydınlanma ile filizlendi. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” demesiyle iş çığırından çıktı ve nihayet Marx’ın dini afyon saymasıyla da bu saldırganlık hat safhaya ulaştı.
Yakın yüzyılda batı düşüncesinin dünyaya hakim olduğu bir yüzyıldır. Batı (Avrupa ve Amerika) kendi düşünce ve fikirlerini bilimsel bir kılıf uydurmaktadırlar. Batı’nın önü alınmaz çığırtkanlığı/fahiş despotluğu evrensel bir yasa olan “Musa’yı yetiştiren Firavundur.” Şiarının tekrar gerçekleşmesini sağlamıştır. Batı, teknik, bilgi ve despotluğu ile medeni gözüküp canavarlaşırken kendisi dışında (öteki) olanı öncelikle yok saymaya sonrada yok etmeye başlamıştı. Batı ötekiyle besleyip büyüttüğü “New Musa”ya gebe kalmıştı. New Musa 1920 yılında Amerikan Protestan ailesinde istenmeyen çocuk olarak dünya ya geldi. Batı mantalitesinin doğurduğu “New Musa” fundamentalizm dışında başka bir şey değildi ve olmazdı da.
“New Musa”nın doğum yeri zulmün yükseldiği yeri temsil ediyordu. Yıllarca baskı altında tutulan din ilk fırsatta -taşın altında kalan çimenin taşın kalkması ile birlikte büyümesi gibi- birden büyüdü. Batı düşün yapısı ve dinsizliği fundamentalizme dönüşmüştür. Batı dinin yarattığı boşluğu doldurmayı başaramamış ve bundan dolayı da din veya radikal dini hareketlerin tekrar yükselişe geçmişti. Fundamentalizm batı menşeili olmasına rağmen günümüzde yönünü değiştirerek doğuya İslami fundamentalizme (tabiî ki batının desteği ile) dönüşmüştür. Batı Sovyet Bloğunun çökmesiyle birlikte kendisine yeni düşman yada “öteki” olan İslam’ı seçmiştir. Günümüzde Asya ve Afrika’nın şeriata dayalı ülkelerinin arkasında batı olduğu gün gibi açıktır. Bunun en bariz örneği ise bu devlet liderlerinin büyük bir çoğunluğunun batı ülkelerinde eğitim görmeleri ve eşlerinin batılı olmaları veya batı hayranı olmalarında saklıdır.
Batı kendisine bulduğu yeni düşmanla amacına daha rahat ve erken olaşabilmektedir. Bazen Afganistanlara fundamentalist Usameler bahane edilerek saldıracak ve oralara yerleşecek bazen de sırada bekleyen yeni sömürü yerlerinde Usameler ve Saddamlar çıkarmaktan geri durmayacaktır.
Türkiye’de fundamentalizmin yerleşmesi ve yaygınlaşması ise dış dinamiklerle olmuştur. Şüphesiz bu dış dinamiklerin başında İran ve İran’ın batı ülkelerin her türlü önlemine karşı 1979’da gerçekleştirmiş olduğu İslami Devrim gelmektedir. İran devrimi bütün dünyaya modern dönemde de İslam yasalarına dayalı bir ülkenin olabileceğini kanıtlıyordu. Bu anlamda İran Devrimi geri kalan Müslüman ülkelere bir esin kaynağı olmakla kalmamış bir model olmuştur. Türkiye de fundamentalizm bir rüzgârın esintisi gibi kısa bir sürede ve dar bir bölgede etkili olmuştur. Türkiye de fundamentalizm hareketlerin kısa bir süre etkili olmalarının arkasında iki neden bulunmaktadır. Birincisi, Türkiye’nin varolan İslam devletleri içinde kendine has bir yerde bulunması, ikincisi ise, dünyanın süper güçlerinin ya da göçün Türkiye üzerinde kısa vadede hedeflerinin olmadığı gösterebilinir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: fundamentalizm, batı menşeilidir. Ama daha çok üçüncü dünya ülkelerinde dış dinamiklerle olmuştur. Türkiye de üçüncü dünya ülkesi olarak bundan nasibini kısmen de olsa almıştır. Geri kalan nasibinin ise canlı bomba gibi olduğu Türkiye’nin geliştiği dönemlerde ara ara patlatıldığı bilinmektedir.
Şükrü BİLGİÇ
26/03/2003